“Tebeşir
dairesinin öyküsünü dinleyenler,
Şu
eski türküyü de etsinler ezber:
Sahiplik
için bir şeye,
Ona
yararlı olmak gerek!
Bebeğe
iyi bakan ananındır bebek!”
Bertholt
Brecht, Kafkas Tebeşir Dairesi
Bir
Şeftali Bin Şeftali, Kaynak Yayınları’nın hazırladığı 12
kitaplık Samed Behrengi Dizisi’nin dördüncü kitabı. Kitap,
Deniz Üçbaşaran’ın çizgileriyle hayat buluyor.
Samed
Behrengi, 1968’in Ağustos ayında Aras Nehri’nin kıyısında
ölü bulunduğunda henüz 29 yaşındaydı. Işık hızıyla
dünyamızdan geçip giden Behrengi, öğretmenliğin, yazarlığın,
çevirmenliğin, derlemeciliğin, araştırmacılığın,
gazeteciliğin yanı sıra büyük bir mücadeleyi de sığdırmıştı
bu 29 yıla. Mirası, onu yeryüzünden silmek, sanki hiç var
olmamış gibi göstermek isteyenlere inat nesilden nesile aktarıldı.
Kimileri yasakladı onun kitaplarını kimileri müstehcen buldu.
Çünkü büyük denizlere ulaşmanın öneminden; yalnızca
kendimizi düşündüğümüz bir hayatın anlamlı olmayacağından;
birken bin olabilmekten bahsediyordu Behrengi. Bu yazının konusu
olan Bir
Şeftali Bin Şeftali
kitabında, bütün öyküyü tek bir şeftaliden dinlerken kitabın
adının neden Bir
Şeftali Bin Şeftali
olduğunu hiç düşündünüz mü?
Behrengi’nin
1968 yılında yaz aylarında, ölümünden belki birkaç ay, belki
birkaç hafta, belki de birkaç gün önce tamamladığı Bir
Şeftali Bin Şeftali,
küçük bir şeftali ağacının öyküsünü anlatıyor bize. Daha
doğrusu küçük şeftali ağacı, kendi öyküsünü anlatıyor.
Öyle bir öykü ki bu, kulak vermeyi bilenler mutlaka kendilerini
bulacaklar bir yerlerinde. Zaten Behrengi tam da bu yüzden, henüz
kirlenmemiş kulaklar taşıdıklarını bildiğinden çocuklar için
yazmamış mıydı öykülerini?
Duvarlar çocuklara vız gelir
Küçük
şeftali ağacı, köyün ağasının bahçesinde yetişen ağaçlardan
biridir. Suyu dahi olmayan, yoksul bir köydür bu. Köyün ağası,
köyün topraklarını parselleyip köylülere satmış ama köydeki
tek verimli araziyi kendisi almıştır. Birbirinden güzel meyve
ağaçlarıyla dolu bahçe, yüksek duvarlarla köyden ayrılır. Ne
var ki, “o duvar, duvarlar” iki köylü çocuğa “vız gelir”.
Günlerden
bir gün, bahçıvanın köyün ağasına meyve götürmek için
bahçeden ayrılmasını fırsat bilen Ali ve Polat, şeftali yemek
için duvardan atlayıp bahçeye girer. Ne var ki, bahçıvan
ağaçtaki bütün meyveleri toplamış, ağaçta bir tane bile
şeftali bırakmamıştır. Hem kızan hem de çok üzülen Ali
şunları söyler (s.26):
“[…]
Bunların hepsi bizim suçumuz; hiçbir şey yapmadan öylece oturmuş
köyün yağmalanmasına izin veriyoruz.”
Kızgınlık
içinde, ayaklarını yere vura vura yürüyerek bahçeden
ayrılırlarken Polat’ın ayağına bir diken batıverir. Dikeni
çıkarmak için eğildiğinde bir de ne görsün? Kıpkırmızı,
kocaman bir şeftali! İşte o anda dünyalar bu iki kafadarın olur.
Bir süre sevinçle elden ele dolaştırırlar şeftaliyi. Sanki
incecik bir camdan yapılmış da her an düşüp kırılabilirmiş
gibi büyük bir özenle taşırlar onu. Şeftaliyi yedikten sonra
Polat, çekirdeğini ne yapacaklarını sorar. Ali’nin çekirdek
için bir planı vardır…
İki
kafadar çekirdekle birlikte tekrar bahçeye girerek onu bahçenin
bir köşesinde duran toprak yığınının içine gömerler. O
günden sonra da büyük bir özveriyle şeftali ağaçlarına
bakmaya başlarlar. Sık sık gelip sular, onunla sohbet ederler;
ince bedenini bez parçalarıyla sararlar hava soğuduğunda. Hatta
bir gün toprağı beslemesi için bir yılan bile öldürüp
getirir, toprağa gömerler.
Bahar
geldiğinde şeftali ağacı çoktan fidan vermiştir, hatta
çiçeklenmiştir bile. Ne var ki Polat, bahçıvanın ağacı
bulmasından endişelenmektedir. Ali ile aralarında şu konuşma
geçer (s.57):
-
Ali, bu pis bahçıvan ağacımızı bulmasın sakın!
-
Hiçbir şey yapamaz. Ağacı kendimiz dikip büyüttük, meyvesi de
bizimdir.
-
Toprak bizim değil ki…
-
Yine de hiçbir şey yapamaz. Toprak onu ekip çalışanındır. Bu
toprak parçasını da biz ektik, ürünü bizimdir.
Günlerden
bir gün Polat, şeftali ağacının yanına gider. Ne var ki Ali
yoktur yanında. Şeftali ağacı, onları daha önce hiç ayrı
görmemiştir, çok şaşırır bu duruma. Polat, ağaca biraz su
verdikten sonra yanına oturur ve anlatmaya başlar. Ali ve Polat
yine yılan avlamaya gitmişlerdir. Birden bire Ali’nin ayağı
kayar ve bir yılanın üzerine düşer. Yılan, Ali’yi sırtından
sokar. Kurtaramazlar onu… Bunun üzerine Polat, şunları söyler
şeftali ağacına (s.63-64):
Ben gidiyorum şeftali ağacı, şeftalim de sende kalsın
“Ben
artık köyde kalamam. Gittiğim her yerde Ali’nin yüzünü
görüyorum ve çok üzülüyorum. Dağa çıktığımda, keçiyi
otlatmaya götürdüğümde, köpeğin başını okşadığımda,
tezeklerin üzerinde yürüdüğümde, diğer çocuklarla tarlada
çekirge ve kertenkele yakaladığımda, ot biçtiğimde, damlara
çıktığımda hep Ali’nin yüzü gözlerimin önüne geliyor.
Sanki hep beni çağırıyor. Polat!... Polat!... Polat!... Evet
şeftali ağacı, ben bu sesi duymaya artık dayanamıyorum. Şehre
gidip dayımın bakkalında çıraklık yapacağım. […] Ben
gidiyorum şeftali ağacı, şeftalim de sende kalsın.”
Şeftali
ağacı duyduklarına çok üzülür. Şeftalilerini yemek onu diken,
büyüten Ali ve Polat’ın hakkıdır. Böylece şeftali ağacı
bir karar verir: Köyün ağasının, şeftalilerini tatmasına asla
izin vermeyecektir. İşte bu yüzden her yıl binlerce çiçek açan
şeftali ağacının çiçeklerinden bir tanesi bile meyve olmaz.
Küçük
Kara Balık’ta
merak etmenin, sorgulamanın ve toplumun diğer bireylerini düşünerek
hareket etmenin önemini anlatıyordu Behrengi. Öykünün sonunda,
Küçük Kara Balık’tan çok etkilenen ve sabaha kadar uyuyamayan
kırmızı balık Behrengi’nin iyimserliğiydi, umuduydu,
diyebiliriz. Kim bilir, belki de bu nedenle Bir
Şeftali Bin Şeftali
koydu kitabının adını; “O çocuk büyür, birken bin olur ve
bir orman gibi dikilir karşınıza” demek istedi kulak vermeyi
unutanlara, ağalara, beylere, yozlaşmış iktidar sahiplerine.
Not:
Geçenlerde, Gezi Parkı’nda biri konuşurken kulak misafiri oldum;
şeftali ağacı bugünlerde tekrar meyve vermeyi düşünüyormuş.
Zeynep Özge Iğdır
-------------------------------------------------------------