22 Mart 2013 Cuma

Törenin Cinayeti Var Mı


Törenin Cinayeti var mı (Seza Özdemir ile Röportaj)



Daha kaç kadın kendini ateşe vermeli yağmuru beklerken? Cumhuriyetin anayasası delik deşikken törenin hala işliyor olmasına hayıflanmakla kalacaksanız, bu kitabı  hiç okumayın daha iyi. Zira o kadınların acınmaya değil, insan yakan bu ateşi söndürecek yağmurun yaratılmasına ihtiyaç var.


Törenin kurşunu, bıçağı, ipi vs., onu yaşatan koşullar yok edilmedikçe tükenmek bilmeyecek. Peki o koşullar nasıl tükenir? “Yağmur Bekleyen Kadınlar” adlı kitabı hakkında sorular yönelttiğimiz yazar Mehmet Faraç, sorunun çözümü için eğitim ve kadının bireyselleşmesi gerektiğini ifade ediyor. Faraç’a göre, batıya göç de
töreyi değiştirmiyor çünkü feodalite de büyük kente gelen denklerle birlikte taşınıyor. Peki Urfalı gazeteci Faraç’ın kendisinin töreden canı hiç yanmış mı? Faraç yanıtında “Doğuda; feodaliteden, töreden canı yanmayan çok az insan vardır. Bir trafik kazasında bile aşiret gücünü bulabilirsiniz” dedi. Gerisini de kendisinden dinleyelim.


Kitapta “Bir gün yolun düşerse” diye anlattığınız bir Doğu var. Hemen ardından “alfabesi kaos olan bir coğrafya” çiziyorsunuz. Yer verdiğiniz bu “çelişki” leri, birkaç yerde “Doğu’nun gizemi” diye ifade ediyorsunuz. Böyle bir gizem var mı gerçekten?


Güneydoğu; yoksulluk, geri kalmışlık cehalet ve feodalite kıskacında zaman zaman kaotik bir manzara yansıtsa da, aslında tarihi ve kültürel dokusuna saklanmış gizemi her zaman dikkat çekicidir. Zaten o coğrafyayı gizemli kılan da içinde barındırdığı çelişkilerdir... Yağmur Bekleyen Kadınlar kitabının girişindeki Doğu tasviri de, aslında terörün yarattığı kaos nedeniyle gizemi bir tarafa atılan Güneydoğu’nun insana yönelik kucaklayıcı yanını anlatıyor. Terör, geri kalmışlık ve feodalitenin ağılık- töre ikilemi etkin olsa da, Güneydoğu insanı kökeni binlerce yıl öncesine dayanan bir konukseverliği halen yaşatmaktadır... Mırra tadındaki bu konukseverliktir bu... Kırk yıl hatırı olan... Kitabın girişindeki Doğu tarifiyle şunu anlatmak istedim ben; bir gün yolunuz Güneydoğu’ya düşerse orada rengarenk bir kültürü, insanın sıcaklığını ve kardeşlik bağını da görürsünüz. Güneydoğu korkutmasın kimseyi... Çünkü bölgenin gizemi; insan-tarih ve kültür-doğa harmanında canlılığını koruyor.


Töre karşısında kendini ateşe veren ve o ateşin sönmesi için yağmura ihtiyacı olan kadın gerçeği çıkıyor karşımıza. Bu gerçek nasıl değiştirilebilir?


Ben kitapta “yağmur” ironisini öne çıkartırken kadının aslında çığlığını duyurmak da istedim. O bölgede intihar eden, intihara zorlanan, öldürülen ve ya da öldürülmek istenen kadınlar, törenin kanlı yüzünü gösterenlere
karşı bir kurtarıcı beklediler hep... “Yağmur” betimlemesini bu yüzden kullandım. Töresel şiddetin ateşi artık söndürülsün diye... Mezopotamya coğrafyasında töre baskısı yüzünden kendini yakan kadınlar artık töre ateşini söndürecek bir kurtarıcı bekliyorlar çünkü... Bunun ancak eğitim ve kadının bireyselleşmesi konusundaki çabalarla yaşanabileceğini düşünüyorum.


YASALAR VE SIĞ INMA EVLER İ


Töre cinayetlerinin en yoğun yaşandığı bölge, Doğu ve Güneydoğu ama onu çözebilecek güç, batıdaki kentlilerin iradesinde mi?


Aslında Doğu kadını yalnız... Devlet göstermelik yasalar ve sığınma evleriyle kadının üzerindeki baskıyı ve şiddeti azaltamaz. On yıl öncesine kadar Batı kentlerinde de töreye karşı ne yazık ki bir duyarsızlık hakimdi. Ancak göç eden feodalite, törenin şiddetiyle batı kentlerinde de kadını vurmaya başlayınca kamuoyu oluştu. Son on yılda İstanbul gibi kentlerde işlenen kadın cinayetleri, kentli kadını daha duyarlı hale getirdi. Medyanın duyarlılığı da kötü törelere karşı bir sosyal direnç yarattı.


Eskişehir’de öğretmenlik okuyan ya da Almanya’da yaşayan kızlar da hikayeler arasında. Anayasanın bile değiştirildiği bir memlekette; sözlü hukukun (geri kalmış hukukun tabii ki) hala geçerli olabilmesi ve bu kadar farklı koşullara rağmen uygulanabilmesi nasıl mümkün oluyor sizce?


Törenin coğrafyası ne yazık ki yok... Göç eden feodalite kendi kurallarını da beraberinde götürüyor. İstanbul gibi metropoller ya da Almanya, Fransa hiç fark etmiyor. Çünkü töreyi kültür yaratıyor. Nereye göç ederse etsin ve Batı kültürüne entegre olamayan yaşam biçimleri, töre kurallarından soyutlanamıyor. Unutulmasın ki, Doğu insanı Batı’ya göç ederken yalnızca yatağını-yorganını, salçasını- tarhanasını götürmüyor; törenin
kara kitaplarını da denklerinin arasında taşıyor. Koloni yaşamı da töreyi katılaştırıyor ve özellikle kadınlar büyük kentlerde yaşarken de feodal çemberin dışına çıkamıyor. Çıktıklarında ise karşılarında törenin yasalarını buluyorlar.


Zor koşullarda büyüdüğünüzü okumuştuk yazılarınızdan. Peki, töreden hiç canınız yandı mı?


Evet çocukken kardeşlerimle birlikte zor koşullarda büyüdüm... Urfa’nın Kötüler Mahallesi’nde, geçimini kaçakçılık yaparak sürdüren insanlar arasında hayatın gerçekleriyle tanıştım. Benim yazarlığımda, Urfa’daki yaşamımın derin gözlemleri de çok etkili olmuştur. Bu yüzden Urfa benim kalemime lezzet kattı. Bu yüzden de çok seviyorum Urfa’yı... Töreye gelince... Doğuda; feodaliteden, töreden canı yanmayan çok az insan vardır.
Siz en küçük tartışmada, basit bir trafik kazasında bile karşınızda aşiret gücünü bulabilirsiniz. İnsanın yalnız olması zaten feodalitenin karşısında canının yanmasıdır. Ben bizzat çok önemli bir sorun yaşamadım ama çocuğa, kadına yönelik feodal baskının şiddetini sıklıkla gözlemledim. Hem unutulmasın ki, birçoğu Doğu’daki terörizmi ve “törerizmi” anlatan kitaplarımdan rahatsız olanlar da, yıllardır zaten can yakmıyorlar mı?

------------

Akreplerin Yelkovanı Kovaladığı Hikayeler
Damla Yazıcı


Güneydoğu’yu, en iyi bilen birinin ağzından dinlemek gerekirse, şimdiki zamanlarda onların en usta adlarından biri, belki de birincisi olan Mehmet Faraç’a kulak vermek gerekir. Çocukluğu Urfa’nın “Kötüler Mahallesi”nde geçmiş olan Mehmet Faraç Fikret Otyam’ın, Yaşar Kemal’in, Bekir Yıldız’ın büyük anlatıcılar geleneğinin sürdürücüsüdür. O nehre dışından bakarak değil de ıslanarak anlatanlardan. Umudu, umutsuzluğu,
yaşamı ve “yaşamsızlığı” bazen güldürerek, bazen de hüzünlendirerek anlattığı Güneydoğu hikayeleri aslında, yöreye dair hikayeler olmanın ötesinde “bizim gerçeğimizin” İstanbul’da, Tekirdağ’da, Manisa’da, Ordu’da, Adana’da... bütüncül bir gerçek olduğuna dair gözlerimizi açıyor. Gorki “Acı” demektir... Faraç ne demek pekiyi? Daha mı az acı, daha mı az öfke, daha mı az hüzün ve daha mı az umut? Bunu ancak iç burkan, o sevdalara, öfkeye, birbirimizi kardeş bilmemizin zorunluluğuna tutanak oluşturan iki kitabını okuduğumuzda anlıyoruz ve adlandırıyoruz... Mehmet Faraç’ın alabildiğine şaşırtıcı hikayelerle dolu bu coğrafyayı, alabildiğine yalınlıkla yazdığı, yani anlattığı iki kitap Kaynak Yayınları’ndan çıktı: “Akrep Zamanı” ve “Yağmur Bekleyen Kadınlar” “Akrep Zamanı”nda Mehmet Faraç, çocukluğunun geçtiği Kötüler Mahallesi’ni anlatıyor bize önce. Mahalle kaçakçıların kurduğu, kaçakçıları barındıran bir mahalle. Faraç’ın babası da kaçakçı. Öyle bir çocukluk ki, Suriye sınırında babasının edindiği malları satar Faraç. O çocukların babaları mayın tarlalarında ecel terleri dökerler, o babaların çocukları akrep avcılığı yaparlar. Ayrışmanın henüz başlayış düdüğü çalınmamıştır. Daha sonra kaçakçı, terörist ya da ihbarcı haline gelecek olan bu insanlar bu seçimleri yapmak zorunda kalacaklarını nereden bilebilirlerdi? Teröre ve devlete ufak dokundurmaları da Faraç’ın satır
aralarında görebiliyoruz. Faraç, “Kötüler Mahallesi” nin ironik yönünü açığa çıkardığında ise bizim de bilincimizde başka bir şey aydınlanıyor. Kötüler Mahallesi’nin tarihi; Mezopotamya’da, söylenceler kenti Urfa da, Neolotik Çağ’dan kalma binlerce mağaranın ortasında, sırtını Edessa Kralı Abgar’ın mezarına, Nemrut’un tahtı diye bilinen “Deyr-Yakup Manastırı”nın kalıntılarına, Hazreti Eyüb’ün “Sabır Mağarası” na, Ehber (Abgar) Dağı’na ve “Çardak Manastırı”na dayanmakta. Bu soylu mahallenin uzun zaman sonra bir “kötülük” teması barındırması büyük ironi, belki de Türkiye’nin ironisi. Kitapta bireysel yaşam hikayeleri, Urfa insanının sıcak kanlılığı,cızlavet lastik ayakkabının serüvenininin İsveç’e nasıl dayandığı, kullıke kuhıke’nin şifası gibi şeyleri okuduğunuz zaman Mezopotamya’nın tarihine dair oldukça farklı şeyler öğreneceksiniz. Ve gülümsemek pas geçilmiyor kitapta. Kaçakçıların Avrupa’dan Suriye pazarına gönderdikleri lüks tekstil ürünlerini teslimat sırasında aşırmaları en büyük faaliyetlerinden birini oluşturuyor. Kötüler Mahallesi’nde yoksulluk elbette baki ama mahalle sakinlerinin hepsi marka kıyafet giyiyor. Ama gene de onları yansıtan esas şey cızlavet oluyor. Cızlavet’in ne olduğuysa kitabın içinde okurları bekliyor.

---------


Bu Kitabı Okuyup Sadece Ağlayacaksan...
Seza Özdemir


İnsanoğlu ateşi bulmasıyla bugünün uygarlığını kurmada ilk adımını atmış sayılır. O günün koşullarından yola çıkan kurallar koymuş; adetler, gelenekler zamanla töreler, kanunlar yaratmış. Bunların bazılarını değiştirmiş, bazılarını ise atmamış sırtından. Peki zamana uymayan ateşler, sizi yakan bir şeye dönüştüyse artık, ne yapmalı? Siz olsanız aranıp taranıp su bulmaya çalışmaz mısınız?

YAĞMURU YARATMAK...

Bugün hala sırtımızdan atamadığımız bu ateşleri söndürmek için yağmuru yaratamaz mıyız? Bunun için illa ki bizi mi yakması gerek o ateşin? Gazeteci Mehmet Faraç, bugünün söndürülmemiş insan yakan ateş’leri karşısında ‘kendini yakan kadınlar’ın hikâyelerini kitaplaştırdı. Onlar, töre karşısında çaresiz bırakılmışlıklarıyla bedenlerini ve ruhlarını ateşe veriyor, bu ateşin sönmesi için ise yağmuru bekliyorlar. Peki ya siz? Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Yağmur Bekleyen Kadınlar” adlı kitabı okuyup, hala sadece ağlıyorsanız; bilin ki o yağmuru yaratamadığınız için siz de suçlusunuz!

DOĞU'NUN GİZEMİ Mİ?

Faraç, okurunu Doğu’ya götürmeye “Bir Gün Yolun Düşerse” diyerek başlıyor. Gidenleriniz varsa hüzünlü ama tatlı bir gülümsemeyle hatırlar kuşkusuz, gitmeyenleriniz ise ne yazık ki bugünün önyargılarıyla başlayacaktır okumaya. O yüzden Faraç’ın oranın insanından dem vurduğu bu kısa Doğu panoraması önyargıları kırmak için iyi bir başlangıç olabilir. Çünkü Doğu’nun bugüne kadar sistem içinden gösterilen çelişkilerle dolu “gizemi”nin aslında gizem değil, bir neden- sonuç ilişkisi olduğunu gösterecek verileri yakalayabilmek için önce bu önyargılardan arınmak gerek bize kalırsa. Faraç bu bölümü kapatırken şunları
söylüyor:“Hepimizin… Hem de şu kaos döneminde çok ihtiyacı var buna…” İşte bu sözleri kulağımıza küpe yapıp okumaya devam edelim, çünkü hemen ardından gelecek olan “Alfabesi Kaos Olan Coğrafya!”
başlıklı bölüm, suratımıza bir tokat gibi çarpıyor. Bu kez aşiret, ağa, şıh, feodalite, töre, yoksulluk, zulüm, molotof, Apo, Hizbullah, PKK, JİTEM, faili meçhul, açlık, kaçakçılık, mayın tarlası, kalaşnikof, roket, başlık parası, berdel, kan davası ve mezarsız ölülerin diyarıyla karşı karşıyasınız. Bu sözcükleri rastgele sıraladığımızı
düşünüyorsanız, hala Doğu’nun “gizem” inde takılı kaldınız demektir.

KAN VE AŞK


Faraç kadınlarla ilgili hikâyelere geçmeden bölgeden somut veriler sunuyor okura. Bunlara bir de aşka ilişkin
verileri ekliyor. Çok mu şaşırtıcı? Faraç’ın kendi bile şaşmış alfabesini yukarıdaki sözcüklerle kurduğu bir diyarda hala “aşk”tan söz eden kitaplar okunabilmesine, “Çok merak ediyorum, sabah molotof sesiyle
uyanan, gece roket sesiyle yatan bir Hakkârili hangi psikolojiyle kendini aşk temalı kitapların sayfaları arasına bırakabiliyor?” diyor. Muhtemeldir ki o bile, Anadolu’nun ötesindeki Batı’nın dayattığı düşünme biçimlerinden alamamış kendini. Oysa o en güzel aşk hikâyelerinin yaratıldığı Mezopotamya değil midir orası? Rakamlardan bir çıkabilsek daha neler bulacağız o coğrafyada.

İNSANI YAKAN ATEŞİN KİTABI


Faraç, yörede görev yapmış bir komutanın ağzından aktardığı üç kelimeyle aslında Doğu’nun sancılara nasıl meydan olduğunu özetliyor: ağa, siyasetçi ve şıh. Ardından sıra “Salname” adlı kitaba geliyor. Salname, Urfa Valiliği’nin 1927 yılında yayınladığı bir kitap. Bölgedeki aşiret temelli örf ve adetlerin bir derlemesi, yani
“töre”nin kara kaplı kitabı. “Vay hem de valilik!” demeyin hemen; Türk edebiyatında iz bırakan yazar Bekir Yıldız’ın, “Yargılayan Zaman İçinde” adıyla kitaplaşan öykü ve röportajlarında toprak reformu için Urfa’nın pilot bölge seçilmesiyle ilgili önemli tespitini getiriverin aklınıza. (Yıldız, toprak reformunun başarılı olamaması için adeta bilinçli olarak aşiretlerin en güçlü olduğu Harran Ovası’nın pilot bölge seçildiğini aktarıyordu.) “Yağmur Bekleyen Kadınlar”ı okurken Salname’nin kurallarıyla sık sık karşılaşacaksınız. Aslında törenin yazılı kitaba aktarılmış olması ne fark eder? Cumhuriyetin yazılı anayasasının uygulanmadığı, delik deşik edildiği ve hatta yapısının değiştirilmeye çalışıldığı bugün; törenin hala işliyor olması acı bir ironi mi? Ne derseniz deyin; tek bir gerçek var ki “töre” denen bu ateş, insanları yakmaya devam ediyor! Kerkük’te evinin avlusunda bir tan vakti kendini gaza bulayarak yakan Emine, tek başına söndürebilir miydi bu ateşi? Ya da babasının kaçırdığı kıza karşılık berdel verilen Diyarbakırlı Ebru? Peki ya, geride bırakmak istemediği için
üç çocuğuyla Fırat’ın sularına karışan Cemile… İster Hakkâri’de ya da Almanya’da yaşıyor olsun isterse Batı’da okuyor ya da tek bir kişiye ait uçsuz bucaksız topraklarda koyun otlatıyor olsun; birçok çocuk,
kadın, genç kız ve de delikanlı o ateşe yenik düşüyor. Sevdiğiyle kaçmak, berdel, tecavüz, kan davasına dönüşen arazi husumetlerinin sonunda işlenen cinayetlerin maktulü de, tetikçisi de o törenin kurbanı değil mi? Peki bunu değiştirecek güç kimde?

ÇARPICI, GERÇEK HİKAYELER

Faraç’ın kadın hikâyeleri, iyi bir edebiyatın öyküleri değil; gerçeğin kendisi. Urfalı yazar, gazeteciliğiyle yıllardır topladığı insan hikâyelerini Aydınlık gazetesinde Cumartesi Öyküleri adıyla yayınlıyordu. Doğu kadınlarının “kaderi” haline getirilen törenin gerçek hikâyelerini bu kitapta toplamış oldu. Onları okuduktan
sonra, ola ki bir gün Doğu’ya gidersiniz; nerede bir taşsız mezar görürseniz karşınızdakinin o kadınlardan biri olabileceği gelecek aklınıza. Yazar aktardığı tüm hikâyelerle bunu kazıyacak belleğinize, unutmamacasına. Peki ya sonra? Mardinlisi, Urfalısı, Müslüman’ı ya da Yezidi’siyle herhangi bir kadının yağmuru bekleyerek ateşe verdiği beden ve ruhunu söndürecek bir yağmur yaratılamaz mı? O gün gelene dek daha kaç beden kendine kibrit çakmalı?