7 Mart 2013 Perşembe

"HAYATIN KENDİSİ YAŞANANLARDAN ÜSTÜNDÜR" (Osman Şahin)


     Kırk iki yıl önce. 1971 yılı. Nisan ayı başında Cumhuriyet gazetesinin sanat sayfasında, benim o yıl TRT Öykü Büyük Ödülü’nü kazanan “Kırmızı Yel” yayımlandı. Büyük ilgi gördü. Aynı yıl ekim ayında, Adana Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz Güney en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi oyuncu ve en iyi senaryo
ödüllerini kazandı. Sanatının, ününün doruğuna çıktı. İzmit Ticaret Lisesi’nde beden eğitimi öğretmeniyken, Yılmaz Güney’den bir telgraf aldım: “Güney Film’e gelin, görüşelim” diye. Ertesi gün, İstiklal Caddesi, Ağa camii arkasındaki Güney Film’de aldım soluğu. Yılmaz Güney’i ilk kez görüyordum. Yaşım yirmi dokuzdu. Koyu lacivert kadife saçlı ve yakışıklıydı. Güney Film’in genel müdürü rahmetli Mahmut Tali Öngören de oradaydı. Telgrafı göstererek tanıttım kendimi. Yılmaz Güney o kadar içten ve sıcaktı ki, “Nasılsın babam? Hoş geldin,” diyerek kucakladı beni. İnsanın içine işleyen bir sesi vardı. Çayımı içerken Güney konuşmaya başladı. “Babam ‘Kırmızı Yel’ adlı kitabını okudum. Çok etkilendim. Bir romanlık konuyu üç dört sayfada anlatmışsın. Her sözcüğün görüntü veriyor. Öykülerin beş duyuma hitap ediyor. Müthiş detaylar, fotoğraflar veriyorsun. Kamerayı elime alıp, öykülerini senaryosuz çekeceğim geliyor. Sen aslında sinemacısın babam. İşin güzel yanı da bunun farkında olmaman. Sakın saflığını bozma, sinemacı olduğunun farkına varma!” demişti. Güney’in yanında çenelerinin ucunda sakalları olan, “entel” görünümlü iki üç genç vardı. Londra Kraliyet Akademisi Edebiyat Bölümü mezunuymuşlar. İçlerinden biri, “ Stendal’ı okudunuz mu?” diye sordu. Okumadığımı söyledim. “Peki Balzac’ı okudunuz mu?” “Hayır onu da okumadım” deyince, “Peki ‘Kırmızı Yel’deki öyküleri nasıl yazdınız?” diye sordu. Ben de görüp yaşadıklarımı yazdım deyince, Yımaz Güney: “Aldınız mı cevabınızı lan? Bak adam gördüğümü yaşadığımı yazdım diyor. Hayatı kitaplardan öğrenmedim, gördüm, yaşadım diyor. Unutmayın hayatın kendisi yaşananlardan üstündür,” diyerek bir ders verdi onlara. Sonra bana dönerek “Kırmızı Yel” ile ilgili tasarılarından söz etti.

42 YIL ÖNCEDEN GÖRDÜĞÜ TEHLİKE

“Öykünü satın alacağım. Filmi dört mevsimde çekeceğim. Avrupa’dan ses mühendisleri getirterek filmi sesli çekeceğim. Kırkı çıkmamış oğlum Yılmaz’ı harmanın ortasında namaz kılıp kurban edeceğim. Bu filmle, ülkemizin gelecekte başına bela olacak dinci – şeriatçı tehlikeye dikkat çekeceğim,” dedi. Yımaz Güney bugünleri kırk iki yıl önce görmüştü. Ne yazık ki Güney, “Kırmızı Yel”i çekemedi. “Endişe” filmini çekerken, Yumurtalık olayı nedeniyle hapse atıldı. “Kırmızı Yel”i yıllar sonra Atıf Yılmaz, “Adak” adıyla çekti. Değerli oyuncumuz Tarık Akan filmde büyük başarı gösterdi. Yılmaz Güney hapishanelerde
de ürün verdi. Zeki Ökten’in başarıyla çektiği “Sürü” filmi ile Şerif Gören’in büyük filmi “Yol”un senaryolarını yazdı.
“Sürü” filmi, Locarno(İsviçre), “Yol” filmi ise Cannes Film Festivali’nin en büyük ödüllerini kazandı. Ünlü Yunan yönetmen Costa Gavras ile Yılmaz Güney’in sanatlarını birbirlerine benzetirim. Gavras’ın, Çek yazar Arthur London’un “İtiraf” romanından uyarladığı “İtiraf” filmi ile, Yunna yazar Vassili Vasilikos’un “Z” romanından uyarladığı “Z” filmi, Yılmaz Güney’in “Yol” filmi ile Fransa’da çektiği “Duvar” filmlerini, politik sinema filmleri olarak görürüm. Yılmaz Güney benim öykülerimin derinliğindeki sinemayı ilk gören, beni sinemaya kazandıran ilk insandır. Çalışmalarımızda edebiyatın anlatım aracı sözcüklerle, sinemanın anlatım aracı görüntü arasındaki farkları, sözcüğün şiiri ile görüntünün şiiri arasındaki farkları, senaryo inceliklerini ilk ondan öğrenmişimdir. Yıllar sonra 1999 yılı, 36. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde, üç bin kişilik cam piramit salonlarında, bana, “Yaşam Boyu Altın Portakal Onur Ödülü” olarak altın heykelcik verilirken, “Beni buralara getiren, sinemamızın dehası Yılmaz Güney’i saygıyla anıyorum ve selamlıyorum,” diye bağırdığımda
üç bin seçkin insanın Yılmaz Güney’i ayakta alkışladıklarına tanık oldum. Ve çok mutlu oldum.

KÜRDAN KUŞLARI

Televizyon belgeselinde izlemiştim; timsah, dev leşi yuttuktan sonra nehirden çıktı, kumsala uzandı. İnce bacaklı, sivri gagalı, martıya benzeyen, martıdan küçük bir kuş belirdi timsahın ağzının önünde. Timsah, kuşu görünce açtı ağzını. İnce bacaklı, sivri gagalı kuş, timsahın ağzına girdi. Timsahın dişleri arasındaki leş kırıntılarını yemeye başladı. “Kürdan kuşu” diyorlardı adına. Timsah, dişlerinin bakımının yapıldığından emin, zevkle yumdu gözlerini. Kürdan kuşu ile aralarındaki uyuma diyecek söz yoktu. Kürdan kuşu ile timsah arasındaki bu uyum, ülkemiz medyasında yıllardan beri bütün hızıyla sürmektedir. Beyinleri cılk olmuş gazeteciler, dalgaların önünde çıkarları için gide gele yamyassı sahil taşlarından farksız olmuş kaygan aydınlar, kürdan kuşlarına taş çıkartan bir beceriyle görevlerini yapmaktadırlar. Görevlerini yapmadıkları an, timsah hazretleri, ağzını kapatarak, küçücük lokmalar halinde onları yutacaktır. Ve onlardan arta kalan artıkları da bir başka kürdan kuşuna temizletecektir. Yılmaz Güney öldükten yıllar sonra, Engin Ardıç Star gazetesinde,“Yılmaz Güney, bedeniyle ve sinemasıyla ölmüştür. Yılmaz Güney birkaç komünist eskisinin nostalji muhabbetinden başka bir şey değildir” derken, yine aynı yıl içinde Hürriyet’te Fatih Altaylı “Yılmaz Güney, kadın döven, entelektüel yönü zayıf, maço bir adam aslında. Kadın döven bir katilden bir mit yaratmak için gerçekler saptırılıyor. Benim için Yılmaz Güney Türkiye’nin Avrupa’daki imajını yerle bir eden, bunu da kendi menfaatleri için yapan bir katildir. Bugün hâlâ Avrupa’da Yılmaz Güney’in mirasıdır başımıza bela olan,” diye yazmıştır. Büyük romancı Dostoyevski “İnsanları işledikleri suçlara, günahlarına bakarak yargılamayın. Onun asıl yapmak istediği yüce değerlere, kutsal şeylere bakarak
yargılayın,” diyor. Tolstoy’a “Kardeşiniz de roman yazıyor” demişler. Tolstoy “Hayır, o roman yazamaz. Çünkü acıyı bilmiyor. Acı çekmeyen sanat yapamaz” diyor. Tolstoy’un “acı çeken sanatçı” tanımına Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Orhan Kemal gibi pek çok yazarımızın yanında Yılmaz Güney de uyuyor. Bin türlü yoksulluğun, acının içinden çıkarak, kendi sanatını yaratmıştır. Yılmaz Güney hapiste iken, 1975 yılında, Cannes Film Festivali’nde ilk kez filmlerinin toplu gösterisi yapıldı. Uluslararası büyük yönetmenler, sinema yazarları “ Yılmaz Güney hangi sinema okulundan mezun?” diye soruyorlar. Bizimkiler “Bizde sinema okulu yok, Yılmaz Güney pamuk tarlalarından geliyor,” dediklerinde şaşkınlıklarından
ne diyeceklerini bilemiyorlar. Yılmaz Güney bir kişiliktir, başkasının eyerini kendi atına vurmayan bir kişilik... Çok yönlüdür. Yönetmendir, senaristtir, çok iyi bir oyuncudur. Sinemamızda yakın plan çekimlerinde yüzüyle oyun veren ender sanatçılarımızdan biridir. Romancıdır. “Boynu Bükük Öldüler” romanı ile Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanmıştır. Yılmaz Güney’in sanatında, acı çekenler, özünde gelişmeye, büyümeye dair hasretler çeken, eleştiren, başkaldıran insanların maceraları anlatılır. Seyyit Han, Acı Ağıt, Umut, Umutsuzlar, Endişe, Yol, Sürü ve Duvar gibi eserleri ile gerçekçi sinemamızın baş yapıtlarına imza atan bir sinema dehasıdır.


Kaynak:  Aydınlık Kitap