7 Mart 2013 Perşembe

SÖZCÜKLERİYLE İMGE TUFANLARI YARATAN ŞAİR: HÜSEYİN HAYDAR


“Acı Türkücü” bir ilk kitap, 1981 Akademi Kitabevi Şiir Birincilik Ödülü kazandırıyor sana. Genç bir şairsin ve zor bir ödülü kazanıyor, şiirin devlerinden övgüler alıyorsun. Seni o yaşta iyi şiirler yazmaya yönelten birikimi nereden, nasıl aldığını anlatmanı isterim. “Acı Türkücü”deki şiirler 12 Eylül öncesinin karanlık, kaygılı, ölümcül yıllarında yazıldı. O dönemin olaylarının içinde yaşadım, gençlik örgütlerinde görev aldım ve bunları yaparken şiirin içinden hiç çıkmadım. Çok iddialıydım, şiirlerim yayınlanınca hemen farkedilsin istiyordum. Acele etmedim. Kitap değil yapıt olsun istedim. Bir de Türk şiiri, dünya şiiri dönemlerinden ve kuramlarından haberdardım. Bütün bu sonradan kazanılanları, çocukluktan beri kazandığım derin dünyanın içinde düşününce belli bir birikimden söz edebiliriz.

MEŞELERİN KALP ATIŞLARI

“Acı Türkücü”de doğduğun, yaşadığın yörenin belirgin izleri var. Bu; sadece doğa olarak, dağ, deniz, yağmur, bitki örtüsü olarak değil, “İnsan Manzaraları” açısından da öne çıkıyor. Kitapta “Ben böyle ölümleri yazmak ister miydim hiç… Böyle şiirleri…”
diyorsun peki bu şiirleri sana yazdıran ne oldu? Şu “insan manzaraları” dediğin var ya, işte benim için en önemli, en büyülü söz. Sanat tarihi doğrudan bir insan manzaraları değil midir? Doğanın fışkırdığı, insanların dayanışma içinde hayat mücadelesi verdiği kalabalık bir evde geçti ilk çocukluğum. Gülüşmeler, bağırtılar, ağıtlar, sövgüler, dualar, türküler, fısıltılar yayılan büyük bir ev. Annem fındıklıklarda türkü söylerdi. Tepelerdeki evlerden duyulurmuş sesi: “Kıymet yine türkü söylüyor!” der, oturup dinlerlermiş. İnsanlar ile karayemişlerin, mısır tarlalarının, dolunayla komar çiçeklerinin arasında her mevsim, doğrudan bağlar vardı. Meşelerin kalp atışıyla bizimki birdi, aynıydı. Her ikisi de coşkundu… Benim kulağımda kemençe ezgileri olduğu kadar “yurttan sesler” de vardı. Ölüm için değil, yaşam için çınılanırdı her şey. Ama ben, olur olmaz ağlardım da. “Acı Türkücü”deki ölümlerin hepsi de yan yana yürüdüğüm devrimci arkadaşlarımın, mezara kollarımda indirdiğim kardeşlerimin sesli resimleridir. Cemal Süreya’nın ünlü “Folklor şiire düşman” sözünden hareket edersek, dil anlam, anlatım, insan ve folklor çerçevesinde yöresel “türkü”ler söylüyorsun kitapta. O yıllardan bugüne Hüseyin Haydar’ın şiirinde esen rüzgârla ilgili neler söylemek istersin? Türküler başlı başına tarihsel bir yüksekokul. Modern şairin türkülerde akıllanması, delilenmesi sonra arınıp temizlenmesi gerekir. Bir nevi kırklanmak gibi. Şair bu aşamadan geçecek. Cemal Süreya’nin sözü bir tuzağa işaret ediyor. “Halkbilimi yapıtlarının özgül ağırlığı o kadar yoğundur ki sizi kendine çeker, edilginleştirir,” demek istiyor olabilir! Acı Türkücü, türküleri bilip söyleyip sonra onları unutan ve dönüp kendi türküsünü söylemeyi deneyen şairin kitabıdır. Bugün şiirimde hangi rüzgar esiyorsa, bunun esintileri kırk yıl öncesinden havalanmıştır. Tutarlıdır. Bağlandığım damarın dışına hiç çıkmadım, ama arayışı da elden bırakmadım. Hüseyin Haydar’ı “Zor Günlerin Şiirleri”nde bir savunman, bir muhalif, bir tutanakçı, ülkenin nabzını tutan bir şair olarak görüyoruz. Günlük olayların yaşanılan baskıların, siyasal dayatmaların karşısında onca insana sahip çıkma bilincini geliştiriyorsun. Şiirlerinden hareket ederek şairin toplumsal görevini yeniden tanımlayabilir misin? Özdemir İnce bir televizyon programında buna vurgu yaptı. “Hüseyin Haydar, bu şiirleri bütün şairler adına, bizim adımıza
yazıyor,” dedi. Sağolsun. Bu söz, usta bir şairin yüce gönüllü duruşunu gösterir. Olayların ortasındaysanız orada size de bir görev düşer. Doktor, mühendis, siyasetçi, hukukçu, işçi, çiftçi vs. ya da şair. Doktor nasıl yaralının yanını koşuyorsa, şair de aynı hızla yaralının başında olmalıdır.

MESELE HANGİ POLİTİKA

Şair politikanın neresinde olmalıdır?
Şairler diğer sanatçılar gibi durmaksızın kendi dillerinde ideoloji üretir. Yani sanatın kendi kuralları, estetik zorunlulukları içinde. İdeoloji yoksa politika da yoktur. İdeoloji karışıksa politika karmakarışıktır. Politikalar belli ideolojilerin uygulayım alanlarıdır. Mesele politik olmanın ötesinde, “hangi politika” meselesidir. Sanat yapıtları kafaları karıştırmak
için değil, bellekleri canlandırmak için ortaya konulur. Şair, ideolojik ve politik donanımıyla, toplumsal mücadelenin hedefine
yönelik mevzilenir… Engels bir eleştiri mektubunda şöyle diyor: “Tragedyanın babası
Aiskhylos ve komedyanın babası Aristofones, ikisi de, çok partizan şairlerdi. Dante ve Cervantes de partizanlıkta onlardan geri kalmamışlardır.” Politikanın yani siyasetin savaşla süren bir mücadele biçimi olduğu düşünülürse şiir, bütün süreçlerde onunla aynı süreci paylaşmıştır. Güncelin şiirini yazarken şairi bekleyen tuzaklar nelerdir? Sen bu konuda neyi, nasıl
yapıyorsun? Şiiri bir enerji patlaması olarak düşünürsek, benim için o etkin “üç faz”dan oluşur. Bu “üç faz” bir araya geldiğinde sanatın güneşi parlar, tuzaklar bozulur. Nedir
bunlar? 1- Kişisellik, 2- Yersellik, 3- Evrensellik. Bu unsurlar birbirinin önüne geçmeden, bir arada iç içe geçerek birbirini tamamlayarak şiiri başarıya ulaştırır, şiire dayanıklılık kazandırır. Kişisel olan bizim algı ve tepkilerimizin toplamıdır. İçinde yaşadığımız, bireyi olduğumuz toplumsal gerçeklik içinde şair, bütün ağırlığıyla üstünde diklendiği toprağın ekonomik, kültürel, sosyal, siyasal vs. yer çekimine bağlıdır. Sonra da insanlığın evrensel değerlerine (acı, hüzün, sevinç, korku, sevgi, fedakarlık, adanma vb.) bağlıdır. “Acı” duygusunu ele alırsak, bu duygunun önce kişisel olarak güncelin içinde yaşanması zorunludur. Ardından kişisel duygunun yerel karakterinin ve evrensel (insanlığa ait) boyutunun olması gerekir.

BUGÜNÜ BELİRLEYEN TARİH

“Doğu Tabletleri” tarihe uzun uzun gönderme yapıyor. Bu kitabı yazarken “ders”ine nasıl çalıştın?
“Acı Türkücü”den başlayarak ben ne yazdıysam, büyük ölçüde olgusal durumlar üzerine yazdım. Bu olgulara kendi kişisel yaşamımdaki olaylardan ulaştım. “Doğu Tabletleri” nde olgulaşan sorunsal, insanlığın, yaşadığım çağda, yaşadığım toplumda, algılayabildiğim coğrafyadaki özgün mücadelesinin tarihsel gereğidir. Geçmiş, bütün olanaklarıyla bugün için vardır. Tarih “bugün” işe yararsa tarihtir. Bugüne (sonsuz bugüne)
müdahale etmeyen tarih “bilgisi” beni ilgilendirmiyor. Çözüm masasını tarihin içine kuruyor, bütün ataları oraya katkı yapmaya davet ediyorum. Hiçbiri “işim var gelemem!” demiyor. Şiirinde “Türklük” bilinci tarihsel kökenlerinden itibaren irdelenirken Doğu ve Ortadoğu’daki halklara da selam gönderiliyor. Şiirlerindeki kurgu bir yana, seçtiğin sözcükler okur için imge tufanı yaratıyor. Biçime özü doldururken gözettiğin
gerçek ne oldu? Nazım Hikmet şöyle diyor: “Ben bir insan, / ben Türk şairi Nazım Hikmet ben / tepeden tırnağa iman / tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret ben.” Ben de aynı yüksek bilinçle, Türk şairi olarak kendimi ortaya koyuyorum. Bunu yaparken, yaşadığım dönemin, insanlık isyanının merkezinde olmak istiyorum. O merkezde bir örgüt var. Sanki onlar yıllarca benim için çalışmışlar ve sanki ben yıllarca onlar için çalışmışım. Buluşmuşuz. İsyanın beynine sökün eden söz varlıklarını ayırım yapmadan, hurafeye kapılmadan bağrıma basıyorum. Yeni bir gerçeklik gözettiğimi söylesem fazla mı ileri gitmiş olurum... Ancak, benden önceki büyük şairlerin ruhları etrafımda dolaşır çoğu zaman ve garip, büyülü bir gözaltı yaşarım. Sonra onlar kaybolur, kendime geldiğimde neredeyse onları unuturum ve ataların yüzünü kara çıkarmayacak imgeler ararım. Yeni bir bireşim, yeni bir gerçeklik biçimidir belki de ardına takıldığım.


Kaynak:  Aydınlık Kitap Eki