22 Kasım 2013 Cuma

Laik, yurtsever, sosyalist ve Türk olmanın getirisi ise hep zindan


   “Eli birazcık kalem tutan, ağzı birazcık laf yapan herkesi internetin yazar yapması gülünüp geçilecek bir şey değil. Okumuşun cahilleştirilmesinin günümüzdeki en etkili aracı internet. Facebook ve twitter’ı en yoğun kullananlar en az okuyanlardır dikkat edilirse...”

   Ne güzel bir kitap adı Padalya. Başlıklar ve ara başlıklar da öyle. Kitabın üst başlığı Edip Cansever’in bir dizesi zaten: “İnsan yaşadığı yere benzer.” Tarihsel materyalist bir ilkenin, insan ve çevre diyalektiğinin şiirle anlatımı olduğunu anımsatıyorsun. Nâzım’sa bunu, “Memleketin hali gibi halimiz” dizesinde ima etmişti. Buluş ve edada şiirden ödünç alma tavrı gizli tüm yazılarda. Kitaptaki ilk yazı da, Cemal Süreya’nın “Kurt” şiirinin ilk dizeleriyle açılıyor. Ama şiirin sonu olağanüstü: “Kurt altı yavru doğurur / Köpek olur bunların biri”. Süreya,
taşınma sırasında eşyaları kamyona yüklerken tamamlamıştı bu şiiri. Kitap, dönekler ve köpekler örneksemesiyle gelişen acımasız eleştirilerle yüklü medyaya karşı. Peki döneklik neyi kurtarabiliyor?
   Dönekliğin bir şeyi, hatta hiçbir şeyi kurtarabilmesi mümkün değil öncelikle. Dönek, en fazla, olsa olsa, kendisini kurtarabiliyor çünkü ancak. Kendisini, bir zamanlar ait olduğu, ama şimdi büsbütün dışına çıktığı, karşıtlığına büründüğü ve giderek de düşmanı haline geldiği mazisinden çekip çıkarabiliyor. Oysa o maziyi içinden söküp atabilmesi mümkün değil. Bu yüzden de dili hep oraya gidiyor. Sözü döndürüp dolaştırıp oraya getiriyor. Kurtulamadıkça çırpınıyor tuzağa yakalanmış bir keklik gibi. Ama bir süre sonra bunun tükenmez bir sermaye olduğunu görecek ve bu kez dönekliğinin edebiyatını yapmaya başlayacaktır. Padalyalaşacaktır. Padalya salt, avlandıktan sonra içi doldurulmuş kuş değil, kendi cinsini yakalatması için avcının ökseye bağladığı kuştur: Yani çağırıcı keklik!

   Yer yer basını dil yönünden de eleştiriyorsun. Gazetelerde Türkçenin halleri üstüne saptadıklarından birkaçına burada da değinir misin?
   Holding medyası, Türkçeyi, yani senin deyiminle en uzak doğudan en uzak batıya uzanan bir tarih ve coğrafya içinde vatanımız olan Türkçemizi de gözden çıkarmış. Kullandıkları başlıklarda ciddi dil yanlışları mı ararsınız, maddi hatalar mı? İngilizceden bozma sözcükler mi? En çok dil yanlışı ve anlam bozukluğuna, özellikle kültür-sanat sayfası bit kadar olan gazetelerin futbolla ve dört takımla sınırlanmış spor sayfalarının başlık ve haber metinlerinde rastlanıyor... Şairlerin, yazarların gazetelerde düzeltmen olarak bulundukları zamanların gazetelerine bakalım bir de! Acaba tek bir yanlış bulabilecek miyiz? (Aydınlık’ta da zaman zaman bariz hatalara rastlıyoruz ki, bazı maddi hataların telafisi yoktur!)

Rant getirmeyen tek aidiyet
   Cesur ve çarpıcı bir belirleme! Bir yazıda, “Öteki” olmanın rantını ele alıyorsun? Medyada bu rantı hâlâ en yüksek düzeyde sağlama peşinde olanlar var mı?
   Elbette var ve hem de o kadar çok ki! 12 Eylül mağdurluğu örneğin, belirli çevrelerde hâlâ rant getiren bir “öteki”lik durumudur. Öteki olmanın rantı, günün koşullarına göre değişiklik gösterir hep. Bugün bu etnik topluluğa mensup olmaksa, yarın bir başka etnik topluluğa mensup bulunmak, getirisi olan bir ötekilik durumudur. Dinsel, etnik ya da ulusal kökene bağlı ötekilik rantının işlemediği tek aitlik, Türk olmaktır. Türk’ün ötekileştirildiği bir aşamadayız aslında. Herkesin kendisini dinsel, etnik ya da ulusal kökeniyle tarif ettiği günümüzde, yalnızca Türk olmak ve yalnızca Türk olduğunu söylemek ayıp, utanılacak bir şeydir artık. Türk olmayı bir iftihar ve tüm dünya ulusları nezdinde üstünlük vesilesi yapan, bir zamanlar kendilerine Türk milliyetçisi diyenlerin, günümüzde etnik kökenlerini hatırlayıp –Lâz, Gürcü, Çerkez vs.– oraya dönmeleri örneğinde olduğu gibi, Alevi kökenlerini hatırlayıp oraya dönen solcular da öteki olma rantının peşinde aslında. Laik, yurtsever, sosyalist ve Türk olmanın günümüzde getirisi ise zindan...

   Aslında kaç yüzyıldır böyle bu, hep zindan... Bir başka yerde, solculuğu Müslümanlığa iliştirenleri eleştiriyorsun. Bu moda gitgide yaygınlaşıyor mu, ne dersin?
   Yaygınlaşmak ne kelime, alıp başını gitmiş bir halde. Durum gerçekten de çok vahim. Başka bir örneğe gerek yok; CHP Genelbaşkanı’nın da kendisini dinsel kökeniyle tarif ederek “seyyid” olduğunu, yani peygamber soyundan geldiğini söylemesi, vahametin ancak derecesini gösterir. Oysa halka onun “Gandi” olduğunu ve “Kemal” soydan geldiğini söylemişlerdi: Gandi Kemal! Şimdi öğreniyoruz ki, “Yine bir Kemal, yeni bir Kemal” değil, “seyyid”miş.

   Tam burada, Yahya Kemal’in “cehalet mükteseptir” vurgulamasını bilişim çağında nasıl değerlendiriyorsun?
   Abartı bir sanat bizde. Hayır edebi sanatlardan mübalağayı kastetmiyorum. İfrata vardırılmış abartma hastalığımızdan söz ediyorum. Sonunda bir fetiş haline getirdiğimiz malum hastalığımızdan. İnternet, facebook, twitter... Orada yazılan her şeye inanmamız! Orada yazılan her şeyi doğru ve gerçek kabul etmemiz! Adam bütün gün bilgisayarın başında herhalde... Ordan burdan kesip yapıştırdığı birbirini tutmaz fikirleri, memleketin gidişatı hakkında yaptığı gülünesi tespitleri aynı anda yüzlerce adrese birden yollamasından bunu anlıyoruz. Adını yanlış yazdığı şair ve yazardan öyle “şiir” ve “alıntı”lar kesip yapıştırıyor ki ne şiir o şairin, ne alıntı o yazarın... Eli birazcık kalem tutan, ağzı birazcık laf yapan herkesi internetin yazar yapması gülünüp geçilecek bir şey değil. Okumuşun cahilleştirilmesinin günümüzdeki en etkin ve etkili aracı internet. Facebook ve twitter’ı en yoğun kullananlar en az okuyanlardır dikkat edilirse...

   Bu saptama Aydınlık’ın genç kuşak okurları için de geçerli mi?
   Soruyu somut tehlike karşısındaki bir uyarı gibi kabul edersek, bu, Aydınlık’ın salt genç kuşak okurları için değil, ama gözlemlediğim kadarıyla daha çok da orta yaş kuşağı  ve üstü okurları için geçerli. Pek çoğu emekli olduklarından zamanları pek bol ve “twit atmak”, facebook’ta ıvır zıvırı paylaşmak okumaktan çok daha cazip!

Türk edebiyatı değil
Türkçe edebiyatmış
   Orhan Pamuk üstüne kapsamlı yargılara varıyorsun. “Afazileşmiş Levanten Türkçesi”yle yazdığını Tahsin Yücel, Fethi Naci, Attilâ İlhan gibi ustalara dayanarak söylüyorsun. Oysa bu ülkenin yazar örgütleri, onun “tarihe, ülkeye ve halkına hakaret özgürlüğü”nü kahramanca savundular. Bu Levanten Türkçesine özgürlük konusunu biraz açar mısın?
   Bu, bizim bildiğimiz, dilimizin ustalarından öğrendiğimiz, alışık olduğumuz Türkçenin dışında bir şey. Bulanık, pütür pütür, yapış yapış bir sakız. Sanki başka bir dilde yazılmış da Türkçeye sonradan çevrilmiş gibi takır tukur. Türkçenin canım deyimleri, söyleyiş özellikleri çeviriye kurban gitmiş! Öyle cümleler var ki, öznesi başka, yüklemi başka, nesnesi bambaşka. Orhan Pamuk’un belli bir üslubu var mıdır diye sorulursa, söyleyeyim ki, vardır: üslupsuzluk! Birçok eleştirmen onun yazılarında bunları satır satır gösterdiler. Onu övenlerin, aldığı Nobel’i Türk edebiyatına verilmiş kabul edenlerin hepsinin de bu kitapları sonuna kadar okuyamadıklarını söylemeleri ilginç değil mi? Okumadığı kitabı, okumadığını söyleye söyleye övenlere bilmem ki “yalaka”dan başka ne denir? Öte yandan da, Türkiye’nin yazar örgütlerinin düzeyi hayli düşük, önce bunu görelim. Dahası bu örgütler, çok önemli sorunları olan ve tehlikeli bir kavşakta bulunan Türkiye’yle ilgili değiller. Daha doğrusu, Türkiye’ye dayatılan programın farkında olmadıkları için, Orhan Pamuk’a ülkesine hakaret ödülü olarak verilen Nobel’i Türk edebiyatına verilmiş saydılar. “Türk edebiyatı” da değil aslında kullandıkları adlandırma; Türkçe edebiyat! Böyle söylüyorlar! “İyi şiir kötü şiiri kovar” diye bir söz var hani, bunu edebiyata teşmil ederek söylersek, tam tersi geçerli bugün... İktisatta kötü paranın iyi parayı kovması gibi, Orhan Pamuk’ta da kötü, iyiyi kovuyor!

   Aynı bölümde Ali Kemal olgusunu geniş biçimde ele alıyorsun. Ali Kemal’den Orhan Pamuk’a nasıl bir çizgi uzanıyor?
   Ali Kemal, Jöntürkleri ve Kuvayi Milliyecileri ihbar ediyordu, Orhan Pamuk bir bütün olarak Türkleri ihbar etti: 1 milyon Ermeni’yi, 30 bin Kürt’ü katlettiğimizi ve bunu da Türkiye’de değil Avrupa’da söylemenin geldiği bir başka anlam var mı? Üstelik bu gerçekdışı iddia, bir ulusa yapılmış büyük bir hakarettir. Orhan Pamuk Türkiye’ye döndüğünde bu sözü söylediğini reddetti. Ama kısa bir süre sonra Alman Yayıncılar Birliği’nin ödülünü alırken yaptığı konuşmada üzerine daha da koyarak yineledi... Ali Kemal ile aynı kumaştan dokunmuşlardı. Aynı anlama gelmekteydiler. Estetik yönden de bakılırsa aralarındaki ideolojik bağ açıkça görülecektir.

Şarkılar var sonra
   Ele aldığın ve eleştirdiğin kişileri, duyuş ve düşünüş yönünden olduğu kadar, dil yönünden de bir detektif titizliğiyle irdeliyorsun. Türkçeyi yanlışsız ve incelikli biçimde kullanmak, edebiyatçı olmayan medyatörler için de mi gerekli?
   Türkiye’de ilk gazeteciler ve gazete yazarları Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Mithat Efendi, Beşir Fuad, Muallim Naci hep edebiyatçılardı hatırlarsak. Gazete demek, dilin, okuyan herkesin anlayacağı bir sadeliğe çekilmesi demekti ve onlar da dili yenileştirmenin yanında, belli bir gazetecilik üslubu kurdular. Sonraki kuşaklardan Tevfik Fikret, Hüseyin Cahit, Mehmet Akif, Yakup Kadri, saymayı sürdürürsek, Yahya Kemal’den Nâzım Hikmet’e, Aziz Nesin’den Attilâ İlhan’a, Cemal Süreya’dan günümüze kadar daha kaç kuşaktan, yüzlerce kaç yazardan söz etmemiz gerekecek ki içlerinden pek çoğu, aynı zamanda şairdir. Bir gazetede bir şair ya da yazarın yazı yazıyor olması o gazetenin edebi düzeyini de yükseltir ister istemez. Oysa medyatör, patronu için savaşan adamdır. Kılıç yerine kalemi kılıç gibi kullanan bir gladyatör! Necip Fazıl’ın, Peyami Safa’nın da gericilik kıskacında bile dili estetik bağlamda etkili kullandıklarını gördük. Oysa medyatörün Türkçeyi yanlışsız ve incelikli biçimde kullanması gerekmez; hurafeyi bilimsel, yalanı gerçek, yanlışı doğru, kötüyü iyi, zalimi mazlum göstermede keramete kıç attırsın, yeter!

   Son bölümde otuz sayfa boyunca “Nereye gidiyorsun Türkiye?” sorusunu tartışıyorsun. Gezi Direnişi sonrasında bu yönün belirginleştiği söylenebilir mi? Şimdilerde karşımıza ne tür padalyalar çıkarılacak?
   Çıkmaya başladılar bile. Direnişin tam ortasında... Başbakan’la yapılan görüşmedeki fotoğrafa dikkatli bakanlar gördüler bunu. Gezi Direnişi’yle ilgisi olmayanların ne yapıp edip kendilerini heyete dahil ettirmeleri, oysa Gezi temsilcilerinin toplantıya zar zor katılmaları bunu apaçık gösterdi. Padalya, padalyadır ve karşımıza şair olarak da çıkabilir, artist, şarkıcı ya da şovmen olarak da!

   Gezi Direnişi’nden sanat ve edebiyatın, şiirin payına neler düşüyor sence?
   Çok şey... Peş peşe yayımlanan kitaplara bakarsak arkasının daha da geleceğini söyleyebiliriz. Yazılan şiirler var. Senin de yazdığın birkaç şiir var sözgelimi... Kısa zaman içinde bir “Gezi Edebiyatı” doğdu denebilir. Daha da yazılıyor ve yazılacak... Şarkılar var sonra... Kimi bestelenmiş, kimi uyarlama... Etkili bir mizahtan da söz edebiliriz. Bunların tümü Haziran Temmuz-Ağustos boyunca süren, odağında Taksim’in bulunduğu eylemliliğin ürünü... Sanat ve edebiyat, özel olarak da şiir elbet payına düşeni alacak bundan. Kuytu köşelerden sokaklara, sokaklardan alanlara çıkacak şair. Ne dediği anlaşılmayan mıy mıy sesler değil, gürül gürül akan nehirler, çağlayanlar, kayalara çarpan dalgalar duyacağız bundan böyle. Çünkü Gezi, şairin de üzerindeki korkuyu atmasını sağladı. Sanat, edebiyat ve şiirimiz için de şimdi her yer Taksim ve tüm Türkiye tek bir meydandır. Yüzlerce meydandan oluşan tek bir meydan... milyonlarca kalbin tek bir yürekte attığı nabız...

-----------------------------
Padalya Kitabını %25 İndirimli Satın Almak İçin Tıklayın;