8 Mart 2013 Cuma

BILSEYDI HATIRLANACAGINI...


Rüştü ölmüş. Demek ki ben artık, 'Rüştü'gelirse şöyle yaparız, böyle yaparız', diye hülyalara dalamayacağım. Demek artık bu şehrin caddelerinde dolaştığımız ve yeni yazdığımız şiirleri birbirimize okumak için deliler gibi sokaklara düştüğümüz günler; bulutu bulut, ağacı ağaç, denizi deniz olarak seyrettiğimiz saatler, sırf şiirden bahsederek sabahladığımız geceler birer hâtıra oldu. Rüştü ölmüş... Ve ben daha şimdiden insanları yorulmadan sokakları yorulan bu küçük şehirde yalnızlığımı hissetmeye başladım. " Bu sözler 22 yaşında veremden hayatını kaybeden şair Rüştü Onur'un ardından yazılmış. En yakın arkadaşlarından birinin, yine şair Muzaffer Tayyip Uslu'nun kaleminden... Haberi yok ki, o da 2 sene sonra aynı illetten vefat edecek. Onları buluşturan şehir Cumhuriyetin ilk yeni ili Zonguldak. 1930'lu, 40'lı yıllardan bahsediyoruz. Yokluk var, ülke fakir. Rüştü Onur, Devrek'li bir köy öğretmeninin oğlu. Şiire, yazıya âşık. Lisede vereme yakalanıyor. Bir süre okumaya ara veriyor, iyileşir gibi olunca yine devam. Fakat bu sefer de ısınamıyor, bırakıyor okulu. Muzaffer Tayyip Uslu'ysa babasının işi vesilesiyle Zonguldak'ta. Kökeni Arnavut. 53 Harbinde Üsküdar'a yerleşmişler. Fakat komiser babanın peşinden önce Mersin'e, oradan Zonguldak'a geçiyorlar... " Ve bir gün Mersin'e veda ettik. / Beş sene, tam beş sene sonra / Annem, ben ve küçük kardeşim / Hepimizde bir yığın hatıra / Bir gün, Mersin'e veda ettik... " Ne iyi ki iki şair de acıyı, sevinci, o sırada yaşadıkları her neyse onu en gerçekçi dille kaleme almayı seçmiş. TÜRKİYE TAŞ KÖMÜRÜ KURUMUNDA ÇALIŞIYORLAR Bu, hem o dönem sık başvurulmayan bir yöntem olduğu için onları farklı kılmış hem de bu sayede o kısacık hayatlarında neler olup bittiğine dair ipucu toplayabiliyoruz. İkisi de Zonguldak'ta memuriyet yapıyor. O zamanki adıyla EKAÎ olarak bilinen Türkiye Taş Kömürü Kurumu'nda çalışıyorlar. Beri yandan da deli gibi yazıyorlar. Başlarında Mehmet Çelikel Lisesi'ndeyken onlara hocalık yapan Behçet Necatigil. İstiyorlar ki adları duyulsun. Dönemin en önemli edebiyat dergilerinden Varlık'a şiirlerini yolluyorlar. Yayınlandığı da oluyor yayınlanmadığı da. Ama pes etmek yok. O kalem ellerinden hiç düşmüyor. Rüştü Onur'un o dönem arkadaşı Salah Birsel'e yolladığı bir mektup var. " Ben ölecek adam değilim " diyor orada. İlk başlarda hastalığını pek de ciddiye almıyor zaten. Verem; teşhis konurken altında aşk, hüzün, acı aranan yegâne hastalık. Yalnız işin şöyle ciddi bir boyutu da var ki; o dönem madende çalışanların çoğunda bu illete rastlanıyor. Rüştü Onur da onlardan biri, hastalığı yine ilerliyor. 1942'de Heybeliada Senatoryumu'na gönderiliyor. 4 ayda 7 kilo alıyor. Hiç fena değil. İyileşecek. Daha Zonguldak'a İbrahim Tığ'ın " Rüştü Onur / Bilinmeyen mektupları ve Şiirleri " adlı kitabı Kaynak Yayın ları'ndan çıktı. Vasiyet ettiği dergi yayında Behçet Necatigil'in Rüştü Onur için yazdığı bir şiir var. " Bir şair yaşamıştı Zonguldak'ta / Adı Rüştü Onur'du / Bilseydi hatırlanacağını / Ölümünden sonra / Memnun olurdu " diyor. Rüştü Onur'un Devrek'te doğduğu evin bulunduğu sokağa adını vermişler. Devrek Cumhuriyet Alanı'nda bir büstü var. 9 sene önce Rüştü Onur Sanat ve Kültür Derneği kuruldu. Ve en önemlisi de şairin " Bir dergi çıkarmak istiyorum. İsmi Şehir olsun " sözünü vasiyet kabul eden şair ibrahim Tığ, 1994'ten beri Zonguldak'ta bu dergiyi yayınlıyor. Bu yazıya kaynak olan pek çok bilgiyi de kendisinden aldım. Muzaffer Uslu sanki hiç yaşamamış İsterdim ki Muzaffer Tayyip Uslu'yu da böyle uzun uzun anlatayım. Ama ona ait bilgi o kadar az ki. 1945te yazdıklarını " Şimdilerde " adlı bir kitapta toplamış. Yakında yeniden yayımlanacak. Kendisinden 3 yaş büyük ağabeyi hâlâ hayatta. 3 yaş küçük kardeşiyse 14 yıl önce vefat etmiş. Ailede, ona ait bir fotoğraf bile yok. Bu iki şairin hikâyesini konu alan Kelebeğin Rüyası filminde onu Kıvanç Tatlıtuğ canlandırıyor. Belki de çoğumuzun aklına Muzaffer Tayyip elendiğinde Kıvanç Tatlıtuğ gibi bir adam gelecek. Buna bir itirazı olmazmış gibi bir his var içimde. Hayat işte, ne garip. Rüştü Onur anısına yayınlanan Şehir Dergisi'nde bu ay, kader arkadaşı Muzaffer Tayyip Uslu'ya dair bir yazı var. Yakın arkadaşı gazeteci Muzaffer Soysal cenazesini anlatmış. " Ama bir cenaze töreni yapıldı ki sormayın. O zamanın valisi, evine bile gitmeye üşenen bir zattı. O gelince bütün hükümet erkanı cenazeye taşındı. Kömür işletmesinin bandosunun arkasından sayısı yirmiyi bulan çelenklerle muazzam bir kalabalığı gören Zonguldaklılar, bir şairin ölümüne şaştılar durdular. Şair ölmesine ölürmüş ama, cenazesi de bir parti reisi gibi kaldırılır mıymış? " Yeğeni Tansev Uslu'nun da bir lafı var. " Amcamdan geriye kalan bir şiir kitabı olduğunu biliyorduk ama bu kadar sahiplenildiğinden haberimiz yoktu " diyor. İnsan hangi şartlarda yaşarsa yaşasın, iyi bir şeyler başardığında bir hatırlayanı çıkıyor galiba. Filmin Londra galasında Yılmaz Erdoğan'a da sordum. " Hiç şüphen olmasın " dedi. " Önlerinde niceleri varken, bu iki şairi seçmek boşa değil. Şiirlerinde yarın mahçup olacakları hiçbir akıma kapılmamışlar... " dönecek. Bindiği Anafartalar Vapuru'nda bir kıza âşık olacak. Kökeni ta Bitlis'teki Şerefhanzadeler'e dayanan bir kıza. Mediha Sessiz'den bahsediyorum. Hikâyesini, kardeşi Sabahat Sessiz, Zonguldak'm yerel gazetesi Bölge Haber'e anlatmış. Hazin aşk öyküsü şöyle: Mediha Sessiz Kandilli Kız Lisesi'nden mezun olur. Karabük Demirçelik Fabrikası'na memur aradıklarını duyar, imtihanlara girer. Kazanır. Gerekli evraklar toparlanır. Baba " İsim var gelemem. Siz gidin " der. Bunun üzerine Mediha Sessiz, annesi, ablası, kardeşleri Şivezat, Sabahat ve Hikmet Anafartalar Vapuru'na binerler. İstikamet Zonguldak. " Çoluk çocuk oldukça kalabalıktık. Bazen beraber geziniyoruz, bazen ablam tek başına dolaşıyor. Velhasıl Zonguldak'a yaklaşıyoruz.'Oturalım'derken ablam genç bir delikanlıyla yanımıza geldi " diye anlatıyor kardeşi. Bahsettiği genç delikanlı Rüştü Onur. " Memnun oldum " demiş anne. Ertesi sabah vapur iskeleye yanaşırken Rüştü ailenin yanına daha sık gelmeye başlamış. Büfeden bir şeyler alıp götürüyormuş. " Zonguldak'ta dayım var. Sizi oraya götüreyim. Biraz nefes alın, sonra gerekli vasıtaya sizi bindiririm " demiş. Kabul etmişler. Rüştü Onur sözünü tutmuş, trene kadar onlara eşlik etmiş. Sonra mektuplaşmalar başlamış. Burada, Türkiye'nin en önemli şairlerinden Salah Birsel'in adım bir kez daha anmadan olmaz. Zira Rüştü Onur'un yazıp çizdiği ne varsa, 1956'da bir kitapta topluyor. Sonrasında bayrağı devralan isim yine Zonguldaklı bir şair ibrahim Tığ. Onun çalışmalarından da bahsedeceğim sonra. Ama hikâye yarım kalmasın... MEDİHA'SI DA AYNI KADERİ PAYLAŞIYOR " Kızım " diye hitap ediyor Mediha'ya. Yalnızlığın ne zor olduğundan tutun da çamaşır yıkadığı için ellerinin parça parça olmasına kadar her şeyi yazıyor. ".... Velhasıl yalnızlık zor şey Mediha. Bunu söylerken sen benim aşçım, çamaşırcım olacaksın demek istemiyorum. Sana sadece bekâr hayatımın gülünç taraflarını anlatıyorum. " Keşke 2 çocuklu mutlu bir sonu olsa bu aşkın. Ama yok işte. Mediha'nın bir gün karın ağrısı tutuyor. Rengi soluyor. Annesi apar topar hastaneye götürüyor. Doktorlar bir şey bulamıyor. Karın ağrıları devam ediyor. Tekrar doktora... " Ağrılarının midenle bir ilgisi yok. Akciğerinle alakalı olabilir. Seni İstanbul'a yollayalım " deniyor. Önce Heybeliada Senatoryumu'na gidiyorlar. (Hatırlarsanız Rüştü Onur aym yerden zaferle ayrılmıştı.) Sıra Mediha'sında. Fakat oradaki cevap da diğerlerinden farklı olmuyor. " Git istirahat et, ağrının ciğerlerinle alakası yok. " Annesi kızını kaptığı gibi İstanbul'a gidiyor. Rüştü Onur da peşlerinden. Kesin olmamakla beraber, o dönem Muzaffer Tayyip Uslu'nun da- IU. J I.- Şair Rüştü Onur ve eşi Mediha Hanım'ın evlilikleri sadece 40 gün sürüyor. Beşiktaş'ta ailesinin yanında olduğu ve Rüştü Onur'un bu gelip gitmeleri sırasında onun evinde kaldığına dair bilgiler de var. Yine o meşhur mektuplardan bir bölüm: " Belki bir akşam üstü aklıma eserse, daha doğrusu gece gece vapur güzel olur da benim de cebimde beş on kuruşum olursa, ertesi gün İstanbul'dayım demek. Sana haber vermeyeceğim. Zaten öyle bir zamanda geleceğim ki o dakikaya kadar bunu ben de düşünmemiş olacağım. Hem ben merasimden hoşlanmam. Bakarsın en ümit etmediğin günde gelivermişim. Daha iyi değil mi? " Öyle tabii ama ya konu komşu duyarsa... Nitekim annesi durumu babasına uçuruyor. Ama iyi niyetle. " Bunlar birbirini çok sevmiş. Çocuk bize gelip gidiyor. Sakın kızma. " Kızmıyor. Kıyamıyor da. " Sürekli gelip gidiyorsun. Zor oluyordur. Gel nikâhınız olsun, sen de bu evin çocuğu ol " diyor hatta. Ve düğün dernek merasimi... Rüştü Onur, Beşiktaş'ta Şair Leyla Sokak'taki Mahmutbey apartmanında eşinin ailesinin yanına taşınıyor. Evin hemen bitişiğinde Mediha'nın babasımn manav dükkânı var. Orada çalışmaya başlıyor. Ama sanmayın ki hayat gayesi içinde şiir unutuldu. O hep var... AĞZI KİLİTLENMİŞ, KAN DOLU... Ama evliliklerinin 40'ıncı günü. Mediha aniden rahatsızlanıyor. Hiçbir şey yiyemiyor, sürekli kusuyor. Dayanılmaz bir ağrı... Bu kadar ipucundan sonra hastalığın ne olduğunu az buçuk anlayanlarınız vardır. Apandisiti patlıyor. İltihap içeriye yayılıyor. Hayatını kaybediyor. Ve Rüştü Onur yıkılıyor... Hikâyenin kalanım da tahmin edebilirsiniz. Yeniden nükseden hastalığı iyice kötüleşir. Sadece 15 gün sonra bir gece, yatağından kalkıp holdeki musluğa ulaşmaya çalışırken fenalaşır. Yere düşer. Ağzı kilitlenmiştir ve kan doludur. Evdekiler seslere uyanıp yanma gelirler. Ama ağzını açmayı akıl edemezler. Böylece o da vefat eder. Eşi Mediha'nın yanına, Ortaköy Mezarlığı'na gömülür. Bitti, bu kadar. Kısacık ömür.


Kaynak:  Gazete Haber Türk